Evet severim, her çocuk gibi benim de bir mızıkam vardı her ne kadar çalamasam da. Geçen sene de mızıka çalasım tutmuş, sevgili arkadaşım Rûken de bana süpriz yapıp mızıka almıştı. Canım benim ya. Böyle dostlar zor bulunur, zor ;)
Tabiki çalamıyorum, ama arada elime almak bile hoşuma gidiyor. Mutlu oluyorum ;)
Geçen gün yeni bi grupla karşılaştım. Mızıkçı Melodiler. İsmi bile çok güzel değil mi? Şunlar da beğendim parçaları. Final haftam ve notlarımı toparlarken bana eşlik ediyorlar.
Melike
18 Kasım 2012 Pazar
Pek radyo dinlemem, üst üste beğendim şarkıların gelme ihtimali düşük olduğundan. Fakat bugün Yavuz Bingöl'ün Böyle Geçer Ömür şarkısına rastladım, hoşuma gitti. 2007 de çıkardığı Yare albümünden. Bir şarkı söylerken kendin için Hani olur ya gözlerin dalıverir Yüreğin sımsıcak; buz gibi ellerin Yürürken bir kuytuda bulursun kendini Önce bir sessizlik sarar bütün benliğini Alır seni kendinden götürür uzaklara Bir ezgi kendinden alır seni Böyle geçer ömür böyle Kimi öyle kimi böyle Her zaman dinlemek olmaz Arada bir de sen söyle :) Yok Yavuz abi biz dinleyelim şimdi, belki sonra söyleriz :))
Melike
Bu evlerden
yalnız
bir kaç
parça duvar kaldı
İnsanlardan
yanımdaki
pek azı
kaldı
Yürekte oysa
eksik haç yok
Yüreğim benim
en azaplı ülke
Guiseppe Ungaretti
Melike
5 Kasım 2012 Pazartesi
Yaklaşık iki hafta önce kardeşim bir video göstermişti. Şarkıdan ziyade klibe hayran kalmıştık. Sonraları aradım aradım bulamadım. Yoğun uğraşlar sonunda video sizlerle.
Roman Lob-Call Out The Sun
Şimdi klibe odaklanın özellikle de 3.15 sn den sonrası diyorum başka bir şey demiyorum.
Var mı böyle güzel yerler bizim buralarda? Hayde kalkın gidelim, valla bir klip de biz çekmezsek ayıp olur ;)
Melike
29 Ekim 2012 Pazartesi
Zamansız diye kaybettiğim tüm sevgilerin
Şehir şehir dolaşıp bulamadığım tüm zamanların
Pişmanlığını yaşatan tek hatırası
Şu yağmurdan sonraki toprak kokusu...
Sen huzur de, ben hasret
Düşün ki
Güneş doğsun, kucakta kor
Varsın keder kalpte dursun
Kaybettiklerimi alabilecek
Baharlar ver
Şimdilik yeter
Ruken
2eylül yazdan kalma bir gün, balkonda çayımı içerken, Ruken'in içsel haykırışlarıydı bu dizeler...
Öncelikle efendim, Kurban Bayramınız mübarek ve hayırlara vesile olsun.
Biz de gelenektir bayramlarda kuzenlerle birlikte, bir arada olmamızın şerefine sinemaya gideriz. Bu bayram da vizyonda olan hepimizin de önceden gitmek istediği Uzun Hikaye filmine karar kıldık. Filmi anlatmıcam tabiki, sadece gidin, izleyin. Kuşaktan kuşağa bir aşk hikayesi. Kenan İmirzalıoğlu'nun muhteşem oyunculuğu, Mustafa Kutlu'nun kitabından Yiğit Güralp tarafından seneryolaştırılması falan filan... Müzikler... Sahneler... Ağlattı bizi valla, duygulandırdı. Ah şöyle bir babam olaydı da gezeydik diyar diyar demedim değil :) Ayrıca Osman Sınav çektiği “Uzun Hikaye” ile 2012 yaz döneminde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nden mezun olmuş. Tebrikler :)
Son vurgunu da Ah Bu Gönül Şarkıları parçası yaptı. Anlıyacağınız ağladık yine :)
İlk Kavak Yelleri ile tanımıştım Pinhani grubunu. İyi ki de tanımışım arkadaş. Zamanlara, olaylara, şahıslara tabiri caizse "cuk" diye oturan şarkıları grubu dinlemem için yeterli sebep. He bir de herkes dinlemiyor ya ondan ;) Bu aralar ruhi halimi ifade eden şarkısı: Ben Nasıl Büyük Adam Olucam herkes köşesini kapmış, iyiler bu savaşı kaybetmiş...
Bir diğeri de bu yaz dilimden ve kulağımdan düşürmediğim; Bana Hediye şarkısı. Denizdeki dalga, önümdeki yol, bana hediye... Kalk Melike ne duruyorsun, gitme vaktidir...
Melike
17 Eylül 2012 Pazartesi
" Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer "
(Hadis-i Şerif)
" Zihnimiz sorunların, dertlerin, tasaların esaretinde olsa da kalbimiz hayatın tadını çoktandır unutsa da, içimizi endişeler, kaygılar, acılar doldursa da; baharın selamına kulak verebiliriz yine de. Çünkü hayat gibi bahar da zevk almamız için var değil ki. Bahar, tefekkür ve temaşa zamanı. Sevinçli kalpler de, hüzünlü kalpler de tefekkür edebilir. Belki ikincisi daha da fazla.
'İçimde hiçbir istek yok ki baharı temaşa edeyim' dememeli insan. 'Bedenim yorgun ve bitkin, dışarı çıkacak takatim yok' da. İnanın, hüzünlü kalplerin hissedeceği derinliği başkaca kalpler hissedemez. Yaşadığımız acıların kalbimize açtığı derinlik anlayabilir ancak baharın selamını.
'Hiçbir şeyden tat alamıyorum' demeyi bir kenara bırakıp çok zor da olsa kırlara uzanmalı. Yürümeli, yürümeli, yürümeli. Çiçekleri koklamalı. Çimenlere uzanmalı. Hayır, bunları yapmanın bize zevk verip vermediğini bir kenara bırakıp önemsememeli.
Varsın, zihnimiz dertlerle değirmen taşına dönüşmüş olsun. Bizim yerimize ağaçlar nasıl da neşeliler. Elleriyle semaya uzanmışlar. Çiçekler nasıl da tebessüme gark olmuşlar. O'nun isimlerinin tecellisiyle neşeyle zıplayan çocuk gibiler. Sinekler gibi uçan hayvanlar nasıl da sırtlanmışlar O'nun sanatını; kanat çırpıyorlar oradan oraya.
Biraz zor olsa da, çok çok zor olsa da; derdin ve tasanın içinde boğulsak da, baharın selamına kulak vermeli. Kalplerimize bakmalı. Nasıl da kimi zaman neşeyle kimi zaman acıyla dolup taşıyor. İkisi de O'nun isimlerinin tecellisine mazhar olma hali. Başka varlıklardan farkımız da bu olmalı.
Tamam, hayat ağır geliyor. Zaten bunun için bahar kucak dolusu selam getirmiyor mu bize. Zevk alıp almadığımıza, içimizin acıyla ve hüzünle dolup dolmadığına aldırmadan baharın getirdiği selamı alıp karşılık vermeli. Hüzünlü bir kalp buna hiç engel olmamalı. "
Mustafa Ulusoy/Dünyanın Üç Yüzü
Mustafa Ulusoy'un bu güzel yazısını okuyunca düştüm ben de yollara. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Kalabalıktan sıyrıldım. Zihnimdeki kalabalığı da boşalttım. Şimdi daha anlamlı gelmeye başladı her şey. Cevizin bu halini hiç görmemiştim mesela, "Subhanallah!" dedim.
Ya o böğürtlenler, ağza atılınca zevk veren bir tat değil de görsel bir şölen sunmuştu bana. Keskin dikenler arasına, bu güzellikleri kim yerleştirmişti? Böğürtlenler; el-Hâlık, er-Rezzâk diye bağırıyorlardı.
Yürümeye devam ediyordum. Rüzgarın sesi o kadar güzeldi ki, akıp geçerken ellerimin arasından yandaki otlara çarpıp tarifi imkansız bir müzikal sunuyorlardı sanki. Bağırıyordu rüzgar; es-Semi, el-Kayyum, Zü'l-Celali ve'l-İkram...
Her şeye gücü yeten güneşi batırıyordu. El-Kebir, el-Melik, el-Azim, el-Kaviyy, el-Kadir diyordu kâinat.
Evet, şu dünya gidişâtına bakılsa, görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor; her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir Kerem Eli, içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem, zehirli bir sineğin eliyle şifâlı en tatlı balı bize yedirmek; hem, en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem, rahmetin büyük bir hazînesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır.
Nasıl ki şu âlem bütün mevcudâtıyla Sâni-i Zülcelâline katî delâlet eder; Sâni-i Zülcelâlin de sıfat ve esmâ-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
Onuncu Söz/Haşir Risalesi
Tefekkürle geçirmeye çalıştığım bu güzel günü hamakta sonlandırdım. Kulaklığımı taktım ve; her şeyin bir anlamı var...
"...gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı..." (bakara/22)
"İnzalin (indirmenin) Cenab-ı Hakka olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmur katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve hassas bir ölçüyle inerler. Çünkü uzak bir mesafeden gelmekle beraber, rüzgar ve hava da çarpışmalarına yardımcı olduğu halde, katreler arasında çarpışma olmuyor. Öyleyse o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir." (İşaretü'l İ'caz)
Faydalarının şehadetiyle, yağmur damlarının ihtizazı (titreşmesi), Sen'in indirmen ve üstün kılmanladır. (29.Lem'anın Tercümesi, 1.bab, 1.fasıl)
"...Gökten Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarları yönetmesinde akleden kimseler için dersler vardır." (Câsiye/5)
Yağmura rahmet deniliyor. Çünkü birçok güzelliği ve faydayı içinde barındırdığından yağmur, sanki rahmetin cisimleşmiş şekli olarak damlalar halinde geliyor.(33. Söz, 27. Pencere)
Güya kainat-ı azim bir musika-i zikriyedir (zikir musikisi). En küçük nağme, en gür nağamata (nağmeler) karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. (24.Söz)
Görmez misin ki Allah, bulutları sevk eder. Sonra, onları kaynaştırıp üst üste yığar. Nihayet yağmurun, onların arasından yağdığını görürsün. O, gökten oradaki dağ (gibi bulut)lardan dolu indirir de onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de geri çevirir. Bu bulutların şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri alacak. (Nur/43)
Şimdi tek lazım olan nedir? Bir pencere kenarı ve belki bir bardak çay ve tefekkürdür. Rabbim bizi duyanlardan, görenlerden eylesin. Zira bütün kainat, lisan-ı haliyle O'nu zikrediyor.
Unutmadan her yağmur yağdığında ben Alper'in Yağmur parçasını dinlerim.
Evet bugün Ağustosun 28'i de olabilir. Yağmuru özlemiş de olabilirim. Dışarda yağmur, içerde sevda...
Büyümek sandığınız kadar güzel değil
çocuklar. Evet, bana inanmalısınız! Büyümek kirli bir oyunun içinde bulmak gibi
kendini, bozuk bir para gibi! Küçük, bozuk ve sesli... Belki de bu küçüklüğünü
gizleyebilmek için ismi 'büyük'!
Aziz Nesin'e soruyorlar: 'Soyadınızın bir hikayesi ya
da bir manası varsa manası nedir? Nesin cevap veriyor ve diyor ki: '1934'te Soyadı
kanunu çıkıp herkes kendine bir ad bulma arayışındayken insanların bütün gizli
aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en
cimrileri ‘eli açık’, dünyanın en korkakları ‘yürekli’, dünyanın en tembelleri
‘çalışkan’ gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını
atabilen bir öğretmenimiz kendisine 'çevikel’ soyadının almıştı. Irkçılığın yayıldığı
günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan
soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel
soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı
kalmadığından, kendime ‘nesin’ soyadını aldım. Herkes ‘nesin’ diye çağırdıkça
ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.'
Büyümek
demek, alışverişe artık kendin çıkmak zorunda olman demek. Genelde pop müzik, hatta birçoğunda
içerisinde küfür içerikli sözler geçtiğini bildiğim yabancı müzikler
çalan, ışıltılı, güzel kokulu, güzel giyimli bayan ve adamların
bulunduğu, duyguların yerine her zaman aklın konuştuğu, paranın çok değersiz
olduğu mağazalarda; aslında ruhunun ait olmadığını bildiğin ortamlarda giymek
üzere kendine birkaç şey bakmak zorunda olmaktır. Ne büyük acı! Oysa küçük iken
böyle dertlerimiz yoktu. Annemizin aldığı kıyafetleri bir çocuk masumiyetiyle
giyer, bir iki gün çıkarmazdık üzerimizden. Hatta ben bir kere kendimi pamuk
prenses hissetmiştim. Nasıl bir şeydi bilmiyorum ama ben küçük iken şimdi
herkesin ayağında olan babetler bu kadar yaygın değildi ve, annem bana pembe
kabarık bir etek, pembe ama şeker pembesi bir babet almıştı. Onunla kaldırımda
hep aynı hizada dikkatlice yürümeye çalışırken nasıl hissettiğimi hala
unutamıyor olmamdan belli ki çok mutlu olmuştum. Ama şimdi ne o samimi duygular var
ne de o heyecan... Şimdilerde biraz da mecburiyetten girilen
mağazalar, hırsızmışçasına peşine takılan kızlar var.
Sadece, biraz
daha özgür, biraz daha kendim olmak güzel olabilirdi. Sosyal hayat dedikleri
mefhum aslen beni fazla ilgilendirmez. Her şeyin ayrıştırıldığı, başkalaştırıldığının
bir göstergesi daha! Benim bir hayatım var ve o hayatın içinde benim gibi
insanlar var. Yani hepsi benim gibi insan! Ama birçoğuna göre okul arkadaşları, iş
arkadaşları, mahalle arkadaşları, dershane arkadaşları, dershane öğretmenleri, okul
öğretmenleri, eski mahalle komşuları, yeni mahalle komşuları, spor arkadaşları ve
okumaktan sıkılacağınız daha birçok insan kitlesi ve birçok takı vardır
kelimelerin önünde. Hepsi ayrı birer grup ve ayrı ayrı davranılması gereken
kitlelerdir. Modern zamanın insanı da belki bu yüzden bu kadar riyakar, ve belki
de bu yüzden sayamayacağım kadar yüze sahiptir.Büyümek
ile ilgili sadece bir maddeden verilen örnek dahi, büyümenin aslında biraz da
zor bir iş olduğuna kanıttır.
Ve
siz çocuklar, büyümek isteseniz de istemeseniz de bir gün elbette
büyüyeceksiniz. 'Zaman sadece armutları değil, insanları da olgunlaştırır.' Ama bu
büyüme işini ellerinizi, dillerinizi ve bellerinizi kirletmeden yapmaya özen
gösterin. Demem o ki: Edebli olun. Çünkü sadece o zaman büyümenin kirli elleri
sizi kirletmeden büyütebilir. Asıl büyümesi gereken yerin kalbiniz olduğu
gerçeğini de unutmazsanız iyi edersiniz! Kalbinizi büyütün, büyütün, büyütün...
Sevgi neydi söyleyin Allah aşkına... Romanlardan bozma yapılan reyting rekortmeni dizilerde yaşananlar mı, akşam eve geldiğinde eşini önce dövüp sonra yemek yerken pişkin pişkin gönlünü almaya çalışan koca mı, II. Abdülhamit'ten Kudüs'ü isteyen İngiliz komutanına 'Biz o toprakları kanımızla aldık ve sadece kanımızla veririz.' cevabını verdirici güç mü? Yoksa, dokunmaya kıyamayan gencin, yüzüne baktıkça Allah'a tekrar tekrar iman ettiği kız mı? Ama bilmiyorsanız susun lütfen! Allah aşkına dedim. Sevgiyi bilmeyen, Allah aşkını hiç bilemez. Susun ve günaha girmeyin.
Baran... Baran bir Afgan kızının adı ama, sıradan bir Afgan kızı değil: Savaşın arkasında bıraktığı tüm zorlukları tek başına yenmeye çalışan, ailesine bakmak için erkek kılığına girip inşaatta çalışmaya başlayan güzel bir Afgan kızı...
Eylemin var olmadığı yerde sözcüklerin pek bir anlamı yoktur. Filmin yönetmeni Majid Majidi bunu çok iyi biliyor olmalı ki sözcükleri fazla sarf ettirmiyor, idareli kullanıyor. Sonunda filmi izlediğiniz sırada ses sisteminiz bozulsa dahi tamire gerek kalmadan sessizce bile anlayabileceğiniz bir film çıkıyor ortaya.
Gerçek bir hikaye olması dışında filmi izlenebilir kılan en önemli noktalardan birisi sözcüklere fazla yer vermeyişi, bir diğeri ise verilmek istenen sevgi mesajını Holywood filmlerindeki gibi öyle afili hareketlerle belli etmeyip, sevginin en doğal halini, Allah'ın sevgiyi yarattığı günkü gibi hissedip, uzaktan sevmenin, varlığıyla yetinebilmenin, aşk ve utancı sentezleyebilmenin başarısıdır.
Latif, Baran'dan önce çok sevgisiz, çok merhametsizdi. Sevgi onu adam etti. Baran'dan sonra güvercinleri ve özgürlüğü sevdi Latif. Bu yüzden gitmesine izin verdi belki de...
İran sineması genellikle halkın sıkıntıları, fakirliği ve çaresizliği ile ilgilense de 'asl olan aşktır.' diyor Majidi. Fikirleri yaşam tarzları ne kadar farklı olursa olsun insana dair acılar ve sevinçler 7 kıtada da aynıdır. Hele acılar hiç değişmez. Gözyaşlarımızın tadı da aynı...
Bu dûayı ilk kez Sahur Bereketi programında Dursun Ali Erzıncanlı'dan dinledim ve kendimden geçtim diyebilirim.
Ey ihsanı bol Allah’ım! Sana hamdederim. Ey yegâne Ma’bud! Senin önünde eğilirim. Yücesin, kullarından dilediğine sonsuz nimetler verirsin. Dilediğini hüsrana duçar edersin. Ey Yaradanım! Sana sığınırım. Varlık ve darlık zamanında Sana münâcaat ederim, her an sana yalvarırım. Gerçi günahlarım çok, fakat Senin afvın ondan daha büyüktür, ümitsizliğe sebep yok. Eğer Sen de beni kapından kovarsan kime sığınırım, kimden medet beklerim, bana başka kim şefaatçi olur? Yâ Rab! Hâlimi görüyorsun, yoksulluğumu biliyorsun. Gizli niyazımı duyuyorsun. Beni Sen’den ümit kesenlere katma, kusuruma bakma, daha fazla bekletme, ümitsizliğe atma. Senin azametin Önünde boyun eğdim, dize geldim, secdeye kapandım. Allahım! Dünyâdan sıyrılıp huzuruna gelirken beni, Kelime-i Tevhid’den ayırma. Senin nârın da hoş, nurun da hoştur. Senin rahmetinden ümit kesmem. Mal ve oğulların fayda vermediği o korkunç günde senin afvına nail olmak isterim, bana affın yeter, lûtfunu göster.” Sen bana yol gösterirsen hiçbir vakit yolumu şaşırmam. Sen yol göstermezsen, dalâlette kalırım. Eğer Senin affın yalnız iyilere mahsus ise ya kötülerin bağışlayıcısı kim olacak? Herkesin İlah’ı sen’sin. Ben ümmetin en müttakîsî olamadımsa, En kötüsü de sayılmam. Senin afvına sarılıyorum, îtiraf ederim, günâhım büyük, fakat Senin affın ondan daha büyüktür.” Senin lûtfunu hatırlayınca kalbime tesellî doluyor. Günahlarımı düşündükçe gözlerimden yaş dökülüyor. Sen, şânına lâyık olanı yap, beni affet! Beni, senin fazlu lûtfundan başka bir yere başvurmayacak bir fıtratta yarattın. Ne umarsam sen’den umarım. En büyük endişem Beni Sen de kapından kovarsan, eli boş çevirirsen hâlim nice olur? Allah’ım, görüyorsun gafiller uykuda, ben ise gece karanlığında el açıp Sana niyaz ediyorum. Dualarım Sana yükselsin, niyazlarım makbul olsun. Herkes ne beklerse ancak Senin lûtfundan bekler. Her biri Cennete girmek ister, Sen bana Cennette dîdârını göster, bu bana yeter. Ey insanlara doğru yolu göstermek için Peygamber gönderen Allah! Fahri Kainat hürmetine, Seni tesbih eden, takdis eyleyen hayırlı ümmet aşkına, bizi imandan, Kur’an’dan, İslam’dan ayırma. Müslüman olarak haşret. Rasulünden şefaat umarım. Bizi ondan mahrum etme. Senden afv-u mağfiret dilerim. Bizi boş çevirme Allahım Bizi boş çevirme. Amin...
Öncelikle Merhaba :) Ne zamandır buralara uğramıyordum, bir kendimi hatırlatayım bir de bloga yazdığım giriş yazısının hakkını vereyim dedim. Bugün ben memlekete gitmeden can dostlarla bir iftar yapalım dedik. Daha önce Sultanahmet'e şöyle bir uğramış, açıkçası pek tat alamamıştık. Hem onu telafi edelim, hem de Ramazan ayına yakışır bir şekilde akşam geçirelim dedik. Süleymaniye'de karar kıldık. Neden mi? Cevabı :
Ramazanın duygulu atmosferi sadece buralarda yaşanır, demeye getirmiş belediyemiz. Ama biz tam tersini düşünüyorduk. Süleymaniye, hem manevi hem de görsel manâda insanı hayran bırakacak bir yapıya ve mekana sahip. Bir de "herkes gider mersine biz gideriz tersine" inadı:)
Her neyse öyle böyle Beyazıt'ta buluşmaya karar kıldık. Arkadaşlardan önce varınca, gitmişken bir kitap fuarına da uğrayayım dedim. Bu aylık kitap kotamı doldurmuş olduğumdan, sadece seyirci kalabildim:(
İki tane "kitap ayracı" almadan ayrılmadım ama:) İlla hatıra illa birşeycik:)
Şunlar: Hem etnik-hem özgürlük benim favori alanımdır daa:)
Sonra toplaşınca vardık Beyazıt'tan Süleymaniye yoluna. Muhabbetin tavan yaptığı moda girince Süleymaniye'ye gelmiştik bile. Hemen ilk girişte yer alan Meşhur Ali Baba Kanaat Lokantası'nda karar kılıp, yer soruşturduk. O rezerve bu rezerve derken, şanslıydık ki son masayı da biz kaptık:)
Ortam güzel, servisler yavaştı. Tabii Ramazan'ın o telaşı ve kalabaklığı olunca hak verdik. Hep beraber iftara kadar güzel bir sohbetin içine attık kendimizi. Kâh gelen geçeni izledik, kâh İstanbul'da olmanın avantajları, lise anıları, üniversite etkinlikleri derken ezana kalmış 10 dakika. Endişe vol1:) Çünkü masada daha ne çorba ne de içecekler vardı. Neyse ki can havliyle abilere son kez baskı yapınca getiriverdiler. Vee iftar vakti sevinçleri :
Orada bir kez daha "insanoğlu ne kadar aç gözlü dimiii kııızlaaar" lafı döndü. Çünkü çorbadan sonra kesiliverdi tüm açlık. Kurufasülye duruyordu daha. Ama adamlar içine ne koyuyor bilmiyorum, o tadı alınca doygunluk hissini unutuveriyorsunuz :) (Benim açımdan bir eksik vardı ama: Turşuuuu! (Mevsimi değilmiş miş miş, dedi lokantacı abiler.)
İşte efendim iftarımızı da yaptıktan sonra artık Süleymaniye'nin eşsiz manevi havasını solumaya başlayabilirdik. Namaz... O ne kıymetli bir aradır ki Rabbinle buluşmak için, ee iftarın üzerine de bal kaymak oluyor. Önceden belirlediğimiz üzre kahvemizi hemen Süleymaniye Camii'nin arkasında yer alan Mimar Sinan Türbesi'nin karşısındaki Mimar Sinan Teras Kafe'de içelim dedik. Terası gerçekten muhteşem! Bir tarafta Süleymaniye bir tarafta İstanbul'un o mükemmel manzarası. Kendinizi bir an kaybedip,"ayyyy neee kadaaaar güüüüzeeel,dimiiiii" tekrarlarıyla buluyorsunuz. Aptal gülümsemeler eşliğinde. İşte o ara ne olduysa manzarayı seyre koyulup bir adet bile fotoğraf çekmemişiz :) Onun yerine:
Kahveler sipariş edilip, muhabbete kaldığımız yerden devam edince aslında manzarayı bile unuttuk:)
Kahvelerin servisini pek beğenmesekte, manzara hatrına ses çıkarmadık. Köpüksüz ve ortadan ziyade şekerli olması da cabası. Neyseler olsun. Değer, dostlarla bir akşam geçirmek için. Ne demişler: "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane." :)
İşte böyle bitti bir iftar daha. Ramazan akıp gidiyor, bize güzel akşamlar bırakıyor bırakmasına da giderken ardında bütün bu yaşanan güzellikleri de götürüyor aslında. Bir daha 11 ayda zor bulunuyor bu iklim. Evet iklim, Ramazan kendine has iklimini de beraberinde getirmiyor mu biraz? Biz bu ayda Rabbimize inşallah çokça yakın olabilmişizdir. Tek temennimiz O'na layık ve yakın, Resul'e de sadık olabilmek. Diğer aylara da aynı güzelliklerle girmek duası ile..
Bu ezgiyi dinlediğim de aklıma lisedeyken kaldığım yurt gelir, sabah namazları gelir, aman aman deyip abdest için yüzüme vurduğum suyun sesi gelir, uzun zamandır dinlememiştim. Geçen gün meftunu olduğum bir dizide duydum; Yamak Ahmet. Kendileri Ramazanda özel olarak yayınlanan Osmanlı kültürünü ve yaşayışını anlatan hoş bir çalışma. Öznelerimiz; Dilruba ve Ahmet. İki aşık, çocukluklarından beri birbirlerine yazılmışlar. Yalnız baya kaptırmışım kendimi :) Uzun uzun anlatamam şimdi şurdan bakabilirsiniz, bütün bölümleri var. Rukenle konuşurken, Yamak Ahmetin son sahnesini izledin mi dedi? Yoo hayır, link atsana dedim, ooyyy izlemez olaydım, ilk saniyede şıp şıp ağlamaya başladım, garibim Ruken de karşı tarafta ağlıyor. Çok duygusal olduk çok, bizi bu havalar mafetti :) Aşk ile ilgili çok hikaye vardır, anlatılınca uçar gidersiniz bir anlık. Leyla ile mecnun, ferhat ile şirin, gül ile bülbül, ama Vahşi'nin sevgisi, o hazin aşk pek bilinmez. O ki asıl olana aşık olmuştur, gerçeği bulmuştur, hatta görmüştür lakin bakamazdır sevdiğine. İlk onun hikayesini dinleyelim:
Dertliyim diye ağlamayın ey canlar, böyle aşk, böyle sızı, yüreklerde mevcut değil. Ahmet de kendine pay biçer buradan. Zira sevdiği, sözlüsü Dilruba hafızasını yitirmiş, maziyi hatırlamaz, Ahmet'i unutmuş, görmek bile istemez, ne yapsın Ahmet; Taş bassın yüreğine...
Melike
2 Ağustos 2012 Perşembe
Ramazanda davulcular neden mani okumuyor?
Ramazanda televizyon kanalları neden saçma sapan program yapmak için birbirleriyle yarışıyor?
Yüzyıllardır aynı şeyler orucu bozuyor, neden her sene her sene bunlar haber yapılıyor? Sonra o iftar programları ne öyle. Artık oruçtan mıdır nedir bıraksan televizyonun içinden çıkıp evin içine atlayacak hiddetle bağıran hocalar var tvlerde, neden?
Neden banka reklamları Ramazanda az faizi caiz göstermeye çalışıyorlar?
Neden Melike bardağın boş tarafını görüyor?
Ramazan güzelliktir Melike az da olsa onları bulmaya çalış! (iç ses)
İnternetsiz ve televizyonsuz Ramazan daha manidar geçecektir emin ol! (iç ses)
Öyle olmuyor işte (şeytan)
Ramazan da şeytanlar bağlanmıyor muydu?
Benimki beni bırakmamaya niyetli, töbe töbe :)
Şu mübarek ayı bunlarla değil de, orucu anlamakla, yaşamakla geçirmemiz lazım diye düşüyorum. İftarı, sahuru, mukabelesi, teravihi, sohbeti, kahvesi, çayı, hatırası var bu günlerin...
İlla da televizyon izlicem diyorsanız açın Trt1 izleyin. En mantıklısı o gibi gözüküyor (reklam yaptım)
Gideyim de anneme iftar için yardım edeyim :)
Hayırlı Ramazanlar...
Melike
23 Haziran 2012 Cumartesi
benim bir kardeşim var; Süeda
O da canı sıkılanlar kafilesinden
işte o zamanlar da bunları çiziyor.
Melike
22 Haziran 2012 Cuma
can sıkıntısı nelere kadirsin
şimdi Rûken çok uzaklarda, tatilde
Zeynep de evinde, misafirleri var
bende buralardayım işte mütemadiyen hayal kuruyorum ve canım sıkılıyor
yoksa dostlarım beni unuttu mu?
olsun benim mandallarım var, rüzgarda sallanan, akşam olunca ağlayan...
Melike
18 Haziran 2012 Pazartesi
çay sıcak... vakit akşam... dert çok... Allah büyük.
Zeynep
16 Haziran 2012 Cumartesi
Çay, sen ne büyük bir nimet ne tükenmez bir hediyesin :)
" Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için Allah'dan başka ne bir veli/dost ne bir yardımcı vardır. "
Göz pınarlarınız kuruyana kadar ağlamak istediniz mi hiç? Ben istedim, hemde daha fazlasını. Bir daha hiç ağlamamak için, şansım olur belki diye. İçinizdeki merhameti salıvermek istediniz mi peki? Vicdanınızın artık yok olmasını isteyecek kadar. Karamsar olacak kadar umutsuzlukla karşılaşmadıysanız bunlar size abartı olarak gelebilir. Ben Rûken, adımın anlamı ise "güler yüzlü". Çevremdeki insanları rahatsız edecek kadar, tebessüm sahibiyim. (Onların öngörüsü bu.) Ama bu baskı mı oluşturdu üzerimde bilemiyorum, bir o kadar da sulu göz bir insanım ben. Çok acayip şeylere ağlayacak modda iken, bazen önemli meselelerde gülebiliyorum. Niye kendimi burada anlatıyorum merak ediyorsunuz değil mi? Ne alaka lan? Bize ne ki? falan filan da diyorsunuz biliyorum. Falan şu:Yaşınız ilerledikçe bir şeyler değişiyor etrafınızda. Bunun en bariz örneği, aile içi muhabbettir bana göre. Yaşınız ilerliyor, çevreniz genişliyor, fikirleriniz, beğenileriniz, hobileriniz... Gittikçe ailenizin sizi avucunda tutamayacağı kadar büyüyorsunuz. Avucundan düştüğünüz aileniz bunun şaşkınlığıyla, neresinden tutarsam kârdır, fikrine kapılıveriyor. Onlar sizi ellerinde tutmaya çalışırken, siz "kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum, ayrılık var yarına" şarkısını mırıldanıyorsunuz içinizden. (Benim sesim kötü diye, içimden mırıldanıyorum, o ayrı) Ailenizin evhamı, endişesinin tabii ki haklı nedenleri vardır. Ama bazen bu "korku"ya dönüştüğünden, bireye (yani size) zarar verecek, psikolojisini harap edecek noktalara varabiliyor. İyice psikolog moduna girdim, bir Tarih öğrencisi için fazla detay bunlar. Neyse, bunu çokta dolaylamadan, şuraya bağlayacağım gençler. Daha küçük yaşlarda iken (misal ilkokul dönemlerinde) ailenizden beklentileriniz, istekleriniz, onların yanında olmak isteyişiniz farklı nedenleri olabiliyor. Yani babanızın size bisiklet alması için deliler gibi ders çalışabilecek durumda olabiliyorsunuz. Ama yaş ilerledikçe, bir şeyleri elde etmiş, artık kendi geleceğini kurma çabasına girdiğinizde, aileniz sizin için manevi anlamda doyabileceğiniz yegâne alanı oluşturuyor. Onlardan istediğiniz, beraberce geçirilecek huzurlu zamanlar, anılarını yaşatabileceğiniz mutlu günler... Birey olarak kişisel alanınızı çokta paylaşma taraftarı olmuyorsunuz. Ve bu sizinle birlikte yaşı ilerleyen ailenizi üzüyor. Peki, bunun için ne yapılabilir? Hem kendi düzenimizin sarsılmaması için çabalarken, bir yandan aile eşrafını nasıl mutlu edebiliriz? İşte bunun cevabını bulamadım daha. Ben yaşanan olası sıkıntılardan söz ettim. Cevabı da hayrına siz verin dostlar. Başta ki karamsarlığımı da yazıyı sonlandırmaya yakın kaybettim, herhalde ki "derdin kadar konuş" şeklinde bir fikir yanıverdi kafamda. Dünyada anne-baba yüzü görmemiş yetimleri düşündüm mesela. Ya da bisiklet için deliler gibi şımaramayan çocukları. Gözyaşlarını akıttıklarında, "tamam yavrum,üzülme" diyerek gönlünü alabilecek aileleri olmayan kardeşlerimizi hatırladım. Yazının başında böyle "kara yazılar bağlayan" bir giriş yapmamın nedeni, az evvel ailemle yaşadığım ufak bir gerginlikti oysa, onların üzülmesi benimde kırılmam gibi bir neden, böyle bir yazıya itti. Ki yazarken gördüm ki "ulan ne salakmışım!" Yani sen geliyorsun Rûken, ah şöyle üzgünüm, şöyle dertliyim, diyerek boyundan büyük laflar ediyorsun, bak seeen! Hayat ne saçma lan. Seni ittiği noktaya bak. Kendi yazında kendini rezil edebilecek kadar sana hakikati "gör!" diyerek sana bu yazıyı yazdırtan bir Rabbin var. Şükret, silkelen, iyi düşün. Olur mu? Akıllı ol. (içses) Hadi bakalım, git ananın gönlünü al bakalım. (içses) Havalar ısındıkça, iyice ergen triplerine giriyorsun. Hooop! (içses) Yollara düşmek istiyorum, İnto the Wild! diyorum, yolculuklar, insanlar diyorum! (Tamam, anladım. Ama yine de şu sorunun cevabını bulan bir mesaj atsın emi? )
Kaç haftadır bu kadını dinliyorum. Devamlı dinlediklerim arasında yer alır muhtemelen.
Adı: Nadia Mladjao
Sahne Adı: Imany 1979 Fransa doğumlu. Yakın zamanda Türkiye'de konser de vermiş. İlk albümü ”The Shape of a Broken Heart” ile altın plak ödülünü almış vs. vs. vs.
önemli olan benim hoşuma gitti ne dediği pek de önemli değil şarkıları anlamasak da olur bazen tınılar... ahenk... elinizi şaklatıp, kafanızı hafif sallatıyor mu veya sizi uzaklara mı götürüyor dinlendiriyor mu tamamdır, dinleyebilirsiniz ben dinliyorum pek bir kötülüğünü görmedim :) şu da beğendiğim en birinci şarkısı: