17 Eylül 2012 Pazartesi

" Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer " 
(Hadis-i Şerif) 

" Zihnimiz sorunların, dertlerin, tasaların esaretinde olsa da kalbimiz hayatın tadını çoktandır unutsa da, içimizi endişeler, kaygılar, acılar doldursa da; baharın selamına kulak verebiliriz yine de. Çünkü hayat gibi bahar da zevk almamız için var değil ki. Bahar, tefekkür ve temaşa zamanı. Sevinçli kalpler de, hüzünlü kalpler de tefekkür edebilir. Belki ikincisi daha da fazla.
'İçimde hiçbir istek yok ki baharı temaşa edeyim' dememeli insan. 'Bedenim yorgun ve bitkin, dışarı çıkacak takatim yok' da. İnanın, hüzünlü kalplerin hissedeceği derinliği başkaca kalpler hissedemez. Yaşadığımız acıların kalbimize açtığı derinlik anlayabilir ancak baharın selamını.
'Hiçbir şeyden tat alamıyorum' demeyi bir kenara bırakıp çok zor da olsa kırlara uzanmalı. Yürümeli, yürümeli, yürümeli. Çiçekleri koklamalı. Çimenlere uzanmalı. Hayır, bunları yapmanın bize zevk verip vermediğini bir kenara bırakıp önemsememeli.
Varsın, zihnimiz dertlerle değirmen taşına dönüşmüş olsun. Bizim yerimize ağaçlar nasıl da neşeliler. Elleriyle semaya uzanmışlar. Çiçekler nasıl da tebessüme gark olmuşlar. O'nun isimlerinin tecellisiyle neşeyle zıplayan çocuk gibiler. Sinekler gibi uçan hayvanlar nasıl da sırtlanmışlar O'nun sanatını; kanat çırpıyorlar oradan oraya.
Biraz zor olsa da, çok çok zor olsa da; derdin ve tasanın içinde boğulsak da, baharın selamına kulak vermeli. Kalplerimize bakmalı. Nasıl da kimi zaman neşeyle kimi zaman acıyla dolup taşıyor. İkisi de O'nun isimlerinin tecellisine mazhar olma hali. Başka varlıklardan farkımız da bu olmalı.
Tamam, hayat ağır geliyor. Zaten bunun için bahar kucak dolusu selam getirmiyor mu bize. Zevk alıp almadığımıza, içimizin acıyla ve hüzünle dolup dolmadığına aldırmadan baharın getirdiği selamı alıp karşılık vermeli. Hüzünlü bir kalp buna hiç engel olmamalı. " 
Mustafa Ulusoy/Dünyanın Üç Yüzü

Mustafa Ulusoy'un bu güzel yazısını okuyunca düştüm ben de yollara. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Kalabalıktan sıyrıldım. Zihnimdeki kalabalığı da boşalttım. Şimdi daha anlamlı gelmeye başladı her şey. Cevizin bu halini hiç görmemiştim mesela, "Subhanallah!" dedim.
Ya o böğürtlenler, ağza atılınca zevk veren bir tat değil de görsel bir şölen sunmuştu bana. Keskin dikenler arasına, bu güzellikleri kim yerleştirmişti? Böğürtlenler; el-Hâlık, er-Rezzâk diye bağırıyorlardı.
Yürümeye devam ediyordum. Rüzgarın sesi o kadar güzeldi ki, akıp geçerken ellerimin arasından yandaki otlara çarpıp tarifi imkansız bir müzikal sunuyorlardı sanki. Bağırıyordu rüzgar; es-Semi, el-Kayyum, Zü'l-Celali ve'l-İkram...
Her şeye gücü yeten güneşi batırıyordu. El-Kebir, el-Melik, el-Azim, el-Kaviyy, el-Kadir diyordu kâinat.


Evet, şu dünya gidişâtına bakılsa, görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor; her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir Kerem Eli, içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem, zehirli bir sineğin eliyle şifâlı en tatlı balı bize yedirmek; hem, en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem, rahmetin büyük bir hazînesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır.
 Nasıl ki şu âlem bütün mevcudâtıyla Sâni-i Zülcelâline katî delâlet eder; Sâni-i Zülcelâlin de sıfat ve esmâ-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
Onuncu Söz/Haşir Risalesi

Tefekkürle geçirmeye çalıştığım bu güzel günü hamakta sonlandırdım. Kulaklığımı taktım ve; her şeyin bir anlamı var...

Melike

Diğer Demlikler